Tarih boyunca her yeni neslin merak ettiği önemli konulardan biri de büyüleyici ve kendinizi bir şekilde içine çekiliyormuş gibi hissettiren antik kentlerdir. Antik kentlerin ziyaretlerinde farklı bir huzur hissi ve garip bir aura sarıyor insanları. Bu da bu kentlere sihirli veya büyülü gibi bir atmosfer veriyor. Birçok insan konumu ne olursa olsun antik kentleri görüp gezmek istiyor. Farklı hikâyelere ev sahipliği yapan antik şehirlerin her yeri farklı bir hikâye kokuyor. Bu da insanların onlara çekilmesinin bir diğer nedeni olarak görülüyor. Yapım şekilleri, hikâyeleri ve göz alıcı mimarileriyle insanları her anlamda büyülüyor. Tabii ki her şey gibi bu antik kentlerin de inşası kolay değildi. On yıllara dayanan bir başkalaşım süreci yaşanmıştı.
İnsanların yerleşik hayata geçmeden önce bulundukları toplulukta, kendilerini koruyup yiyecek bulabilecekleri geniş arazilerde, kısa süreli yerleşkeler düzenlenirdi. Zamanla tarımla uğraşılmaya başlanmış ve hayvancılıkla birlikte bu geçici yerleşkeler insanlar için kalıcı hale gelmeye başlamıştı. İnsanların yaşadığı ilk evlerin genellikle iki odadan oluşan küçük evler olduğu saptanmıştır. Bu evlerde genelde hayvancılık yapanların hayvanlarıyla ve diğer aile üyeleri ile birlikte kaldıkları tahmin ediliyor.
Zamanla gelişen tarım ve hayvancılık faaliyetleri insanların bulundukları bölgeyi daha iyi değerlendirmeye başlamasını sağlamıştır. Çünkü bu tür faaliyetler oldukça zaman ve çaba gerektiriyordu. Bunun farkına vardıktan sonra ilk toplumsallaşma hareketleri görülmeye başlanmış ve insanlar artık küçük gruplardan büyük topluluklara dönüşmeye başlamışlardır. Komşuluk ilişkileri ile birbirlerine kol kanat geren insan topluluğu büyümeye başlamıştır, bunun yanında evlerin mimarisi değişmeye başladı. Kiminin taş tercihinin yanında kiminin tahta tercih etmesiyle yapıların hem şekli hem de büyüklüğü farklılıklar gösteriyordu. Zaman içinde inşa edilen göz alıcı katedraller ve daha birçok ortak alan inşaları göze çarpıyordu. Taştan tuğlaya eski ve yeni usul yapılmaya başlanan binalar, insanların gereksinimleri geliştikçe sürekli olarak yapı değiştirmeye devam etmiştir. Yaşam alanlarını değişen ihtiyaçlarına uygun olarak geliştirmeye başlayan insanlar, bu şekilde inşa edilen binaları zaman içerisinde daha büyük ve sağlam hale getirdiler.
Bilinen en eski yapı Güneybatı Asya’da altı bin yıl öncesine dayanıyor. İlk dönemlerde birbirine konum olarak yakın olan yapıların farklı mimarileri göze çarpsa da zaman içerisinde binaların gitgide birbirlerine benzemeye başladıkları görülmüştür. Farklı kültürlerin birbirini etkilediği gerçeği bulunan eski yapılarda da kendini göstermiştir. Tamamen yerleşik hayata geçen insanların gittikçe büyüyen topluluğa ayak uydurarak bir arada yeni bir kültüre can verdikleri yapılarının uğradığı değişim gözle görülür şekilde fark edilmektedir.
Kentlerin ortaya çıkması bizlere altı bin yıl öncesi toplumlaşmanın kanıtlarını sunuyor. Arazi sınırları, sınırlar içindeki yollar, Mayaların top sahaları, tapınaklar, saraylar, Roma amfi tiyatroları, Yunan tiyatroları ve daha birçok toplu yerleşim alanları şimdilerde değişimin kalıntı kanıtları olarak anılıyor.
Özel İçerikler Burada: Diğer Yazıları Kaçırmayın